Sevdiklerimize dair her şey...

Bağışıklığınızı sadece iyi beslenerek de diri tutabilirsiniz

Bağışıklığınızı Diri Tutun

Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden Sayın Hocam Prof. Dr. Ahmet Aydın ile yapılmış bu röportajda okuduklarınız doğru bildiğimiz birçok şeyin o kadar da doğru olmadığını gösteriyor. Zevkle okuyacağınızı tahmin ediyorum.

Uzm. Dr. Erdem Uzunoğlu

Enfeksiyon vücudun mikroplar tarafından istila edilmesi olarak tanımlanmakta. Her hastalık yapan mikroba maruz kalan kişi hasta olmuyor. Bunu belirleyen o kişinin bağışıklık sisteminin gücü. Bağışıklık sistemi normal olan kişi mikropla karşılaşsa bile hasta olmuyor. Direnç zayıf düşmüş ise hasta oluyor.

Bağışıklık sistemimiz, kendinden olmayan ve genellikle vücut için zararlı olan mikrop gibi yabancı maddeleri tanıyarak onları ortadan kaldırarak vücudumuzu koruyor.

İki çeşit bağışıklık var. 1) Doğal Bağışıklık, 2) Edinilmiş (Spesifik) Bağışıklık

Doğal bağışıklığın elemanları bütün antijenler ile reaksiyona giriyorlar. Antijenleri (örneğin mikropları) spesifik olarak tanımıyorlar; yani antikor yapmıyorlar. Aynı mikropla başka bir zaman tekrar karşılaşınca tekrar hasta oluyorsunuz. Yani doğal bağışıklık kalıcı bağışıklık bırakmıyor, ama üstünlüğü şu, düşmanı anında etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Güçlüyse de bunu başarıyor.

Doğal bağışıklığın çeşitli parçaları var : Mikropları yutan alyuvarlar (fagosit, makrofaj) doğal bağışıklılığın en önemli öğeleri. Enfeksiyonlar sırasında vücudumuzda üretilen lizozim, laktoferrin, alfa ve beta-interferonlar, lizozomal enzimler, interlökinler, sitokinler, monokinler, kompleman proteinleri, pıhtılaşma proteinleri ve C-reaktif protein, vb kimyasal maddeler mikropların ortadan kaldırılmasında önemli görevler üstleniyorlar. Deri ve sümüksel zarların (mukoza) bütünlüğünün bozulmaması ve midenin asidi mikropların vücudumuza girmesini önleyen önemli unsurlar. Örneğin mide asidinin varlığı o kadar önemli ki, mide asidini azaltan ilaçları kullananlarda solunum yolu enfeksiyonlarını 4 kat artırdığı belgelenmiş.

Spesifik bağışıklıkta antijenin (düşmanın, mikrobun) spesifik olarak tanınması ve belleğe aktarılması söz konusu; bu belleği antikorlar sağlıyor. Aynı mikropla tekrar karşılaştığınızda o mikrop bir daha sizi hasta edemiyor. Aşılar da aynı olmasa bile benzer şekilde koruma sağlıyor. Örneğin kızamık geçirmişseniz, ya da aşısını olmuşsanız büyük bir olasılıkla artık kızamık geçirmiyorsunuz. Spesifik bağışıklık kalıcı ama, önemli bir handikapı var. Tanımadığı mikroba karşı bir koruyuculuğu yok. Halbuki doğal bağışıklık her türlü mikroba karşı etkili. Tabii ki onu iyi beslerseniz.

Bakteri (mikrop) ve virüsler arasındaki farkı öğrenmek isterseniz tıklayın...

Yani iyi beslenirsek her türlü mikrobik hastalıktan korunuruz mu demek istiyorsunuz?

Evet aynen öyle diyorum. Tabii bu hastalıkları geçiriyorsunuz, ama çok hafif olarak geçiriyorsunuz. Günlük aktivitenizi bozmadan. Aslında çok sayıda enfeksiyonu hafif olarak geçirmeniz, bağışıklık sisteminizi müthiş güçlendiriyor. Bu durum sizi alerjik ve otoimmün çok sayıda hastalıktan koruyor.

Beslenme bağışıklık sistemini doğrudan etkiliyor ve bu ilişki oldukça hassas. Bazı besin öğelerinin bariz olmayan yetersizlikleri durumunda bile, bağışıklık sistemi işlevleri baskılanıyor ve enfeksiyon riski artıyor. Bağışıklık sisteminin çalışması, yani vücudun enfeksiyonlara karşı dirençli olması çok sayıda faktöre bağlı. Aşırı alkol almak, stres, yorgunluk, uykusuzluk, yeterli güneşlenmeme ve az spor yapma gibi faktörler bağışıklık sistemimizi zayıflatarak enfeksiyon eğilimini artırıyor.

Bütün bu faktörlerin yanında immün fonksiyonların idamesini sağlayan vitamin ve minerallerin, yeşil sebze, meyve, hayvani yağ ve protein yeteri kadar tüketilmemesi, şekerli ve unlu gıdaların aşırı yenilmesi ve içilmesi enfeksiyonlara karşı duyarlılığı arttırıyorlar.

Biraz bizi enfeksiyonlardan koruyan vitaminler, mineraller ve diğer besi unsurlarından bahsetseniz.

Başta C ve D vitaminleri olmak üzere probiyotikler, omega-3 yağ asitleri, selenyum, çinko ve mülti vitamin-mineral preparatları enfeksiyonlara karşı kesin ya da kısmi yararı gösterilen besin destekleri.

Mesela A vitamini bağışıklık sistemini uyararak solunum ve mide-barsak sümüksü zarlarını mikroorganizmaların istilasına karşı koruyor. Fakat A vitamininin enfeksiyonlara karşı olan bu olumlu etkileri daha çok A vitamini yetersizliğinin olduğu hastalara kendini gösteriyor. Diyetinde yeterli A vitamini olan kişilere A vitamin takviyesi yapmanın enfeksiyon hastalıklarına etkisi ya çok az ya da hiç yok; hatta doz fazla aşarsa tehlike de yaratabiliyor. Başta karaciğer olmak üzere, böbrek, süt, yumurta sarısı, buğday, havuç, mantar, baklagiller, fıstık, ceviz ve domates gibi besinler A vitamininden oldukça zengin. Bu nedenle diyetsel eksiklik düşünülmeyen ve bağırsakta emilim bozukluğu olmayan kişilere koruyucu A vitamini vermek gereksiz.

Siz birçok enfeksiyonlu hastanıza C Vitamini (askorbik asit) kullanmalarını öneriyorsunuz, neden?

C Vitamini (askorbik asit) onlarca görevi olan bir vitamin. Enfeksiyon (bulaş) ve enflamasyonun (iltihap) önlenmesi ve tedavisinde de çok önemli etkileri var;

  1. Fagositozu (mikropların yutulması) artırmak
  2. İmmünglobulin sentezini (IgG, IgM), kompleman, interferon gibi enfeksiyonlarla mücadele edecek maddelerin sentezini artırmak
  3. İltihabı azaltacak maddelerin (PGE1 ve PGE3) etkisini artırmak
  4. Serbest oksijen radikallerini temizlemek

Akyuvarların bakteri, virüs ve kanser hücrelerini fagosite etmesi (yutması) için kandaki düzeyin 50 katı kadar daha fazla C vitaminine ihtiyaçları var. C vitamininin yeterince alınmaması alyuvarların yutma işlevini bozmakta.

Bir başka sorun da unlu-şekerli gıdalar. Bu gıdalar sindirildikten sonra glükoza dönüşüyorlar. Glükoz molekül olarak C vitaminine çok benziyor. Bu nedenle enfeksiyon sırasında şekerli bir gıda alınması yarışmalı olarak C vitamininin alyuvar içine girmesini azaltıyor.

Yüksek dozda C vitaminin grip tedavisinde kullanılması birçok araştırmacı tarafından önerilmiş. Ama bunlar içinde en önemlisi ve tanınmışı paylaşılmamış iki Nobel kazanmış tek bilim adamı olan Prof. Dr. Linus Pauling.

Pauling’in önerdiği C vitamini uygulama yöntemi:

Soğuk algınlığı ya da gribal enfeksiyonun ilk işaretlerinde (boğaz ağrısı, aksırma, ateş kırgınlık, burun çekme vb) 1-2 gram C vitamini alıyorsunuz. (1 silme çay kaşığı askorbik asit 1 gramdır, eczanede satılan tabletler genellikle 0,5 gram’dır).

Her saat aynı miktarı almaya devam ediyorsunuz, genellikle birkaç saat içinde şikayetleriniz azalıyor. Eğer şikayetleriniz azalmamışsa saatlik miktarı 2-4 grama çıkartıyorsunuz. Hafif ishal çıkmaya başlamışsanız dokularınız doymuş demektir. O zaman bir önceki doza dönebilirsiniz. Bu sırada şekerli bir gıda, antibiyotik, vazokonstriktör burun damlası, antihistaminik ve dekonjestan ilaçlar alınması ise mevcut hastalığın şiddetini artırıyor ve süresini uzatıyor.

Ateş düşürücülerin verilmesi de zararlı olabiliyor. Çünkü ateş sırasında çıkan bazı maddeler mikropları öldürmekte. Ayrıca birçok mikrobun üremesi yüksek ateşte azalıyor. Ateş sırasında ortaya çıkan kimyasal maddeler de mikroplarla mücadele ediyorlar.

Ateş 40 dereceyi geçmeden ateş düşürücüyü de vermemek gerek. Ateş düşürücü olarak çok sık kullanılan parasetamol, glutatyon adı verilen antioksidan maddenin sentezini engellemesi bakımından son derece sakıncalı. İlla ki bir ateş düşürücü verilecekse ‘İbufen‘ tercih edilmeli. Bence hiç verilmemesi daha iyi. En iyisi sık sık su içmek; hem ateşinizi düşürüyor hem de balgamınızı burun akıntısını sulandırıyor.

Ateşli havalesi olanlarda bile ateş düşürücü kullanmamanın epilepsi açısından bir riski yok. Bunu neden söylüyorum? Çünkü birçok anne havale geçirecek korkusuyla en ufak ateşlenmesinde bile çocuklarına ateş düşürücü veriyorlar. Halbuki bu mikropları azdırmaktan, dans ettirmekten başka bir işe yaramıyor. Ateş düşünce kendileri rahatlıyorlar, ama çocuklarını tehlike çemberinde tutuyorlar. Ateş düşürücü alanlarda, almayanlara göre gribal enfeksiyonun ortalama 3,5 gün uzun sürdüğü gösterilmiş.

Günlük C vitamini ihtiyacı 60 mg, halbuki siz çok yüksek dozlardan bahsediyorsunuz

Resmi makamlar günlük C vitamini ihtiyacının 60 mg olduğunu söylüyorlar. Gerçekten birçok kitapta da böyle yazıyor. Sigara içenler için biraz daha fazla, (100 mg) öneriliyor. Daha fazla dozda alınan C vitamininin israf olacağı ve idrarla atılacağı iddia ediliyor.

Günde rutin olarak 10,000 mg C vitamini tüketen Pauling kendi idrarını analizini yaparak bu iddianın doğru olup olmadığını araştırmış. Mevcut iddia doğru olsa idi aldığı miktarın %99’u (10.000-100=9.900 mg) idrar ile atılması gerekirken idrarında bulunan miktar 1.500 mg, dışkısındaki ise 3.500mg imiş. Yani geri kalan 5.000 mg ise kullanılmış. Demek ki vücudumuzun ihtiyacı 100 mg’dan çok daha fazla; tıpkı birçok hayvanda olduğu gibi. Ama onların %99’u çok şanslı; çünkü onlar C vitaminini vücutlarında üretiyorlar. Örneğin 70 kg bir koyun yaklaşık 10 gram kadar C vitamini üretiyor.

Pauling’e göre aslında idrar ve dışkı ile atılan miktarlar da boşa gitmiş değil; atılan C vitamininin bu bölgelerdeki kanser ve enfeksiyonların önlenmesinde görev alıyordu. Sonuç olarak diyebiliriz ki günde alınan 60 mg askorbik asit skorbütü önleyebilir, fakat kanser, enfeksiyon, kalp hastalığı ve osteoporoz gibi hastalıkları önleyemez. Yüksek doz C vitamininin böbrek taşına yol açtığı bilgisi de çok doğru değil. Taş hikayesi olanlar, bol yeşillik, probiyotiklerden zengin gıdalar yer, B6 vitamini alır ve bol su içerlerse hastalıkları kolay kolay nüksetmez.

Günde 200 mg üzerinde C vitamini verilerek yapılan araştırmaların birçoğunda C vitaminin üst solunum yolu enfeksiyonunun süresini kısaltmadığı, belirtileri iyileştirmediği söyleniyor, hatta C vitamini için bir şehir efsanesi deniyor, doğru mu?

Doğru günde 200 mg C vitamini genellikle belli bir iyileşme sağlamıyor. Pauling’in kitabında belirtilen literatür taramasına göre koruyucu olarak en az günde 1000 mg C vitamini kullanarak yapılan 38 çalışmanın 37’sinde C vitamininin üst solunum yolu enfeksiyonunda belirtileri hafiflettiği yazılmakta.

Aslında Linus Pauling’in belirttiği tedavi edici günlük doz, az önce belirtilen rakamların çok üzerinde olup günlük 10,000 ile 50,000 mg arasında değişiyor . Kişisel gözlemlerimize göre yazarın tarif ettiği doz ve zaman aralıklarında kullanıldığında C vitamini gribal enfeksiyon tedavisinde istisnasız çok etkili olmakta.

Peki bu iddialar niçin yapılıyor?

Birçok hastalığın C vitamini gibi çok ucuz bir vitaminle tedavisi ilaç firmalarının karını azaltıyor ve negatif enformasyon vermeye başlıyorlar. Amaç etkileri son derece kuşkulu olan grip ilaçları ve aşılarının satışlarını artırmak. Birçok hekim ise bilerek ya da bilmeyerek bunlara kanabiliyor.

Bu iddiaları yapanlar, Pauling ve diğer C vitamini savunucuların orijinal eserlerini incelemeden, sadece C vitamini muarızlarının söylediklerine bakıyorlar. Yani yeterli bilgi sahibi olmadan fikir beyan ediyorlar. Karşıtları grip tedavisinde günde en az 10,000 mg C vitamini kullanılması gerektiğini söylüyor. Onlar ise bu miktarın ellide birinin (200 mg) etkili olmadığını söylüyorlar! Tabii ki çıkış noktası yanlış olan çalışmaların sonucu, doğru gibi gözükse de da yanlış oluyor!!!

Probiyotikler

Erişkin bir insan bağırsağında 100 trilyon (1,5 kg) faydalı bakteri ve mantar bulunuyor. Bu rakam insan hücre sayısının yaklaşık 10 katı kadar. Sayıları 400’ün üzerinde olan bu bakteriler ve mantarlar normal bağırsak florasını oluşturuyorlar. Bunlara probiyotik deniyor.

Probiyotiklerin en önemli görevleri şunlar

  • Yiyeceklerin hazmını kolaylaştırmak.Bağırsakta vitamin sentezi yapmak.
  • Bağırsak duvarını zararlı maddelerden korumak ve bağırsak geçirgenliğini azaltmak.
  • Zararlı maddelerin (toksinler ve mikropların) kan dolaşımına geçmesini engellemek.
  • Kronik enflamatuvar (iltihabi) hastalıkların oluşumunu engellemek; pH’nın düşürülmesi .
  • Salgıladıkları H2O2, mikrosin ve bakteriyosinlerin bakterileri etkisizleştirmesi.
  • Hastalık yapan bakterilerin bağırsak çeperine yapışmasının engellemek.

Bu özelliklerin hepsi enfeksiyonlar ile mücadelede çok önemli. Yapılan çok sayıda çalışma probiyotik yiyeceklerin ishal tedavisinde son derece başarılı olduğunu gösterdi. Zaten sizler de biliyorsunuz ki halk tıbbında ishalli kişilere yoğurt verilmesi yaygın bir uygulama.

Diyet ile normal bağırsak florası nasıl sağlanıyor?

Un ve şekerden zengin rafine gıdaların aşırı tüketimi, geleneksel fermente gıdaların az tüketilmesi, çeşitli toksinler antibiyotikler ve sezaryen doğumlar bağırsak florasının (mikrop düzeni) bozulmasının başlıca nedenleri arasında.

Un ve şekerden fakir, sebze, meyve, et, yumurta ve fermantasyon ürünleri (turşu, yoğurt, peynir, şarap, boza, sirke, tuzlama yiyecekler, bira mayası) gibi doğal gıdalardan zengin bir diyet bağırsak florasının koruyuculuğunu artırıyor.

Multi vitamin-mineral preparatları

Gelişmiş ülkelerdeki insanların %20-30 kadarı sağlık durumlarını üst seviyelere çıkartmak için mülti vitamin-mineral preparatları kullanmaktalar. Multi vitamin-mineral preparatlarının enfeksiyonlara karşı koruyucu olması konusu tartışmalı. Nitekim bazı araştırmalar multi vitamin preperatlarının yaşlı ve diyabetik hastaları enfeksiyonlardan koruduğunu göstermekte iken bu preparatların hiç etkili olmadığını ileri süren çalışmalar da var. Belki de en iyisi bunları doğal kaynaklarından almak. C vitamini ayrı. Zaten vitamin preparatlarının içindeki C vitamini miktarı daha önce bahsettiğmiz miktarların yanında devede kulak kalıyor.

Çinko ve selenyum gibi mineraller de solunum yolu ve ishal ve tüberküloz gibi diğer enfeksiyonlarla mücadelede ve immün fonksiyonları güçlendirmekte önemli görevlere sahip. Bariz bir eksiklik olmadıkça bu mineralleri hap olarak almak çok da gerekli değil. Hayvani proteinler ve kabuklu kuru yemişler bu minerallerden oldukça zengin.

Sizin internet sitenizdeki (www.beslenmebulteni.com) bir yazınızda kolesterolün de enfeksiyonlardan koruduğunu okumuştum. Hatta yanlış mı yazılmış diye tekrar okumuştum. Hakikatten çok enteresan.

Bence hiç de şaşırtıcı değil. Kolesterol hücre zarında yapıtaşı olarak bulunan yağların yaklaşık %30’unu oluşturuyor. Bütün hücrelerin yapısında kolesterol bulunmak zorunda. Kolesterolün moleküler yapısı suda erimesini imkansızlaştırıyor. Hücre duvarlarında bulunan su geçirmez özellikteki kolesterol, hücre iç ortamını dış etkilerden koruyor.

Kolesterol sitotoksik (hücre zehirleyici) T-lenfositleri (bir cins akyuvar) uyararak mikropların öldürülmesine yardımcı oluyor. Kolesterol hücre zarında bulunan enzimler ve diğer kimyasal maddeler aracılığı ile akyuvarların mikropları yutmasını sağlıyor. Çok sayıda bilimsel çalışmada kolesterol eksikliğinin bulaşıcı hastalıkların şiddetini artırdığı saptanmış.

19 çalışma ve 68 406 ölümü içeren bir toplu incelemede kan kolesterol düzeyi azaldıkça solunum ve mide-bağırsak hastalıklarından (özelliklebulaşıcı olanlar) ölüm arttığı gösterilmiş. 120 000 kişi üzerinde 15 yıl süre ile yapılan başka bir araştırmada ise kan kolesterol düzeyi düşük olanlar, olmayanlara göre daha fazla bulaşıcı hastalık geçirmişler. Bir başka çalışmada da kan kolesterol düzeyi düşük AIDS’li hastaların, kolesterolü yüksek olanlara göre daha fazla öldüğü görülmüş.

Geçenlerde ABD’nin en meşhur doktoru olan Mehmet Öz gripten korunmak için D vitamini kullanılmasını önerdi. B konu hakkında okurlarımızı biraz aydınlatır mısınız?

Son yıllarda D vitamininin ya da onun sentezini sağlayan güneş ışığının enfeksiyon hastalıklarından koruduğu ve hatta tedavi ettiğine dair yayınlar arttı. Ama maalesef birçok enfeksiyon uzmanı ise bu çalışmaları nedense görmezden geliyor. Aslında çok yeni bilgiler değil. Güneşin tedavi edici etkisi yüzyıllardan beri biliniyor. ‘Güneş giren eve hekim girmez’ atasözü de bunun bir göstergesi.

Örneğin 1903 yılı Nobel Tıp ödülünü deri tüberkülozlu hastaları morötesi, ultraviyole (UV) ışınlaması ile tedavi eden Dr. Niels Finsen kazandı. Bu çok önemli tıbbi bir ilerleme idi, çünkü o yıllarda tüberküloz ilaçları henüz çıkmamıştı ve birçok orta ve ağır tüberkülozlu hasta ölüyordu. O yıllarda UV lambaları (Finsen lambası) ile tüberküloz tedavi edilmeye başlandı.

1920’li yıllarda Seattle’da oturan doktor Emmett Knott ‘madem deri ışınlanınca enfeksiyon tedavi olabiliyor, o halde kanı ışınlarsam enfeksiyon daha çabuk iyileşir’ diye düşündü. Knott hastaların kanının %5 kadarını (200-300mL) aldı, suni olarak UVB ve UVC ile ışınladı ve tekrar hastalara verdi. O zamanlar sulfamidler dışında anibiyotikler yoktu ve sulfamidlerin de bu ağır hastalıklar için fazla bir faydası dokunmuyordu; yani hastaların çoğu da ölüyordu. Işınlanmış kan alan hastaların çok büyük büyük bir bölümü ise yaşıyordu. ABD’de bir çok doktor Knott tekniğini kullanarak yüzbinlerce hastayı başarı ile tedavi ettiler.

50’li yıllara gelince antibiyotiklerin, tüberküloz ilaçlarının yaygınlaşması ile kan ışınlama tedavisi ilaç sanayinin yaptığı büyük promosyonlarla gözden düştü. Günümüzde nerdeyse unutuldu. Işınlama tedavisi ABD’de ölürken, ilaç sanayinin etkisi altında olmayan başta Rusya olmak üzere sosyalist blok ülkelerinde canlandı ve çok sayıda antibiyotiğe dirençli enfeksiyon hastası bu yöntemle başarı ile tedavi edildi.

Işınlama hangi yolla etkili oluyor?

‘Işınlama bakterileri mi yok ediyor?’ diyorsanız, hayır bunu bizzat kendisi değil ürettiği D vitamini aracılığı ile yapıyor. Eğer ışınlama D vitamini üreterek bu başarıyı sağlıyorsa bunu ilaç şeklinde verilen yüksek doz (toksik değil) D vitamini de sağlayabilir diye düşünülüyor. Nitekim D vitamini deri tüberkülozunun tedavisinde de başarı ile kullanılmış.

D vitamini mikrop kırıcı etkisini nasıl gösteriyor?

Vücut boşluklarını döşeyen epitel hücreleri, mikropları ve toksinleri yutan ve fagosit denilen kan hücreleri, bir enfeksiyona maruz kalınıldığında mikrop öldürücü peptitleri üretirler. Yani bu maddeler bakteriler, virüsler ve mantarlara etki eden geniş spektrumlu antibiyotiklere benziyor. Bu antimikrobik peptitler virüslerin, tüberküloz basilinin ve diğer bakterilerin hücre duvarlarını tahrip ederek etkilerini gösteriyorlar. Mikroorganizmaların hücre duvarlarını tahrip ediyorlar.

Bu maddeler vücut boşluklarını döşeyen sümüksü zarın (mukoza) epitel hücreleri üzerinde bir bariyer gibidirler. Eğer mikroplar peptitlerin bulunduğu engelleyici tabakayı geçip hücre yüzeyine yapışırlarsa epitel hücreleri peptit üretmeyi artırıyor. Son 5 yıldır yapılan araştırmalarda D vitamininin vücutta oluşan doğal antibiyotikleri (antimikrobik peptitleri) artırdığını gösterildi. Bu mikrop kırıcı peptitlerden en önemlisi ise katelisidin..

D vitamini ayrıca mikropları yutan alyuvarlardan salgılanan iltihabi maddeleri de (sitokinler) azaltıyor. Böylece bağışıklık sistemimizin enfeksiyonla mücadele ederken, vücudumuza zarar vermesini de büyük ölçüde engelliyor.

En az 5 çalışmada kandaki D vitamini düşüklüğü olanlarda çok daha fazla solunum yolu enfeksiyonu ve zatürree olduğu gösterilmiş.

D vitamini güneş ışınlarının etkisi ile derimizde sentezleniyor. Ama maalesef çarpık yapılaşma ve hava kirliliği nedeni ile ılıman bir ülke olmamıza rağmen güneşten yeteri kadar yararlanamıyoruz. Yaz kış farkı çok önemli ve aradaki fark da büyük. Kuzey enlemlerinde güneş ışıkları daha eğik geldiği için kışın D vitamini sentezi daha az olmakta. Dinsel açıdan örtünmek, esmer derili olmak, hava kirliliği, dar sokaklar, kapalı yerlerde kalma D vitamini sentezini azaltıyor. Türkiye’de yapılan araştırmalar kadınlardaki D vitamini yetersizliğinin çok yüksek oranda (mevsimlere göre %67 ile %100 arasında değişiyor) olduğunu göstermekte. Tabii annelerdeki yetersizlik kesinlikle bebeklere de geçiyor ve sorunu daha da yaygınlaştırıyor.

Ekvator yakınlarında yaşayan insanlarda bile D vitamini yetersizliği görülebilmektedir. Örneğin Hong Kong’da yapılan bir çalışmada kışın bebeklerin yarısından fazlasının 20ng/mL’den daha düşük D vitaminine sahip olduğu saptanmış. Aynı çalışmada yazın bile 30ng/dL’nin üzerinde değeri olan çocukların çok az sayıda olduğu görülmüş. Bunun nedeni insanların açık alanlarda güneşe maruz kalamaması.

Normal D vitamini düzeylerinin 35-40 ng/mL’nin üzerinde olması lazım. Alt ve üst sınır 40-120ng/mL arasında değişmekte. 50 ng/dL civarında bir düzeyi tutturmak için erikşin bir insanın günde en az yarım saat güneşte durması ya da 5000IÜ D vitamini alması gerekmekte. 2-3 ayda bir ağızdan içilen depo D vitamini ampulleri (300.000İÜ) ile bu amaca erişilebilir. Çocuklar ise her 12.5 kiloları için günde 1000İÜ almalılar (10 damla D vitamini).

Dünyaca ünlü D vitamini uzmanları Dr. John Jacob Cannell ve Profesör Reinhold Vieth grip ve diğer solunum hastalıklarından korunmak için günde en az 5000IÜ (50 damla) D vitamini alınması gerektiğini söylüyorlar. Daha düşük dozlar korumuyor.

Bu uzmanlar grip başlar başlamaz kilo başına üç gün süre ile 1000-2000ü D vitamini alınması ile semptomların hafiflediğini söylüyorlar. Örneğin 60 kg’lik bir kişiye üç gün üst üste 300.000 ünitelik ikişer D vitamini ampulü ağızdan veriliyor. Ben erişkin hastalarıma dozu biraz daha düşük tutarak üç gün üst üste 300.000 ünitelik D vitamini ampulünün ağızdan alınmasını öneriyorum. Maalesef bu konuda yapılmış çift kör plasebo kontrollu bir araştırmalar yok. Çünkü D vitamini kar ettirmiyor ve bu nedenle hiçbir ilaç firması da bu tarz çalışmaları finanse etmiyor. Bu arada D vitamininin zatürrie, kan zehirlenmesi, karın zarı iltihabı ve menenjit gibi hastalıklarda da denenmesi şart.

Enfeksiyonlardan korunmak için okurlarımız neler yapılmalı?

Hijyen kurallarına uyulmalı. Un ve şekerden fakir, sebze, meyve, et ve yumurta gibi doğal gıdalardan zengin bir diyet kullanılmalı. Margarin ve sıvı (mısır, soya, ayçiçeği vb) yağların kullanılmaması, bunların yerine hayvani yağların ve zeytin yağı yenilmeli. Bol yeşil sebze ve taze meyve yenilmeli. Kolesterolden zengin gıdalarla beslenilmeli. Bağırsak florasında bulunan probiyotikleri artırdıkları için bol fermantasyon ürünleri (kefir, turşu, yoğurt, peynir, şarap, boza, sirke, tuzlama yiyecekler, bira mayası) tüketilmeli. Günde en az 3-5 dakika kültür fizik yapılmalı ve yarım saat yürünmeli. Güneşlenilmeli ve erken yatıp erken kalkılmalı, Bu yeterince yapılmıyorsa D vitamini alınmalı, çocuklar için günde 1.000-2.000 ünite, erişkinler için 5.000 ünite kullanılması güvenlidir.Fazla alkol tüketilmemeli. Sarımsak,soğan tüketilmeli.

Bu yazıyı paylaş

Yazar

Prof. Dr. Ahmet Aydın

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları

1953 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Ahmet Aydın, 1977 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesini bitirdi. 1982 yılında aynı Fakülte’nin Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümünde uzmanlığını tamamladı. 1988 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde doçent, 1993 yılında Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı başkanı ve 1994 yılında da profesör oldu. “Otizme çözüm var”, “Taş devri diyeti. Doğru beslenmenin başucu kitabı”, “7'den 70'e Taş Devri Diyeti” gibi çeşitli konularda yazdığı 6 kitabı ile yerli ve yabancı 100’ün üzerinde makalesi olan Aydın, evli ve bir çocuk sahibiydi. 11 Mart 2015 tarihinde vefat eden hocamıza Allah'tan rahmet diliyoruz.

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


linkedin facebook pinterest youtube rss twitter instagram facebook-blank rss-blank linkedin-blank pinterest youtube twitter instagram